Hacı Bektaş Veli’nin Mucize Hikâyeleri II

 

 

Ben yürürüm yâne yâne …

Yıl kıtlık yılları, Anadolu’nun bozkırı küsmüş, susuzluktan yarılmış da bir mahsül vermiyor.. Fukara Yunus köyünü düşünüyor, ne yapsa ne etse de dullara, yetimlere bir avuç buğday, biraz bulgur bulsa … O vakitler, Hacı Bektaş Veli Anadolu’ya yerleşmiş imiş, kerâmetlerini işitenler, dört bucaktan ziyaretine gidenler olurmuş.

Yunus’un da kulağına çalınmışlığı var; Kırşehir’de bir büyük zat varmış, cömertmiş, asilmiş, kurda, kuşa iyilik edermiş. Bu ümitle yola çıkan Yunus, kağnısına bindi, heybesine çoban armağanı, çam sakızı, biraz alıç doldurdu ve Hacı Bektaş katına doğru yola çıktı.

Dergâha geldiği zaman bu Tanrı misafirini dervişler güleryüzle karşılayıp önüne sıcak çorbasını sundular. Hâlini, arzusunu dinlediler. Alıcından yediler. Ne hoş, ne saf bir adamdı bu Yunus !…

Dileği Hacı Bektaş Veli’ye bildirilince ondan şu cevap geldi : “ Buğday mı ister, Erenler himmeti mi ? ” Ne bilsindi Yunus Erenler himmetinin ne olduğunu ? Buğday istiyordu o, köyde çoluk çocuk açtı. Dervişler, Yunus’un cevabını Hacı Bektaş’a götürdüler. O güldü ve yine şöyle dedi : “ İsterse, getirdiği her alıcın tanesine, isterse her alıç çekirdeği kadar, isterse her çekirdeğe on nefes, on himmet…Yok, bunları istemezse buğday verelim…Ne der? ” Yunus gene safça boyun büktü : “Yok, buğday istiyorum ben” dedi.

“Peki” dedi dervişler; kağnıya buğday, bulgur ne varsa yüklendi. Yunus yola çıktı. Az gitti, uz gitti, yol boyu hep bu Erenler himmetini düşündü…Bu işte bir iş vardı. İçinden bir ses buğday istemekle yanlış ettiğini söylüyordu. Amma yanlışı neydi bir türlü çözemiyordu. Sonra bir ara kendinden geçti, içine ığıl ığıl bir şeyler inmeye, bağrının tam ortasında bir yangın tütmeye başladı. Köyüne gidemeyecekti artık. Yolunu tekrar Kırşehir’e çevirdi. Hacı Bektaş katına çıkmak ve gönlünü yakıp kavuran Erenler himmetini almak istiyordu.

Bu uyanma tatlı bir uyanmaydı, Yunus kendini ilk defa görüyor, varlığından ilk defa haberdar oluyordu.

Yunus, Hacı Bektaş’ın dergâhına vardığında, aslında bunu beklemekte olan dervişler birbirlerine bakışıp gülümsediler. Hacı Bektaş hiç bir zaman yanlış kapı çalmamıştı ki.

Bu sefer Yunus, Hacı’nın huzuruna çıktı, yüzünü gördü, kendinden geçti. “ Al buğdayını, ver himmetini ” diye yalvardı. Lâkin olan olmuştu. Hacı Bektaş, “ Senin kilidin şimdi Tapduk Emre’ye verilmiştir, onu bul, ona başvur ” dedi.

Tapduk Emre, Salihli ile Kula arasında bir köyde yaşardı. Bir gün Hacı Bektaş dervişlerinden Sarı İsmail gelmişti de Tapduğ’u Kırşehir’e davet emişti. Ama Tapduk, Hacı’nın davetine varmak istemiyordu. O, nasibini zaten almıştı.

Hacı ısrar edince Tapduk kalktı, ona gitti. Gelmeyişinin sebebini şöyle anlattı : “ Erenler meclisinde bir gün perde ardından bir el uzandı ve bize nasibimizi verdi. ” Hacı sordu: “ O eli görsen tanır mısın ? ” “ Elbette,” dedi Tapduk Emre, “ ayasında yeşil bir ben vardı. Bir ordunun içinde görsem tanırım o eli. ”

Hacı Bektaş elini uzattı. Avucunun içindeki yeşil beni görünce kendinden geçen Tapduk, “ Tapduk Sultan’ım, tapduk Sultan’ım! ” diye bağırdı. O gün ismi Tapduk olmuştu. İşte şimdi Yunus, Hacı Bektaş’ın huzurunda ikrar veren Tapduk Emre’yi aramaya gidiyordu. Kilidi ondaydı, madem ki aşka düşmüştü, bu kilidi açmaktan başka çaresi yoktu. Böylece çiftçi Yunus, artık Tapduk dergâhının Derviş Yunus’u olur. Dönüm noktası olan mühim değişimi çok basit bir hikayeyi anlatır gibi der ki:

Yunus canı yola koydıyıdı
Tarih daha yediyüz yediyidi.

Tapduk dergâhında Yunus’a odunculuk vazifesi verilir. Her gün ormana gider, odun keser, sırtına vurur, dergâhın odunluğuna getirir. Ona güç gelen her gün odun kırmak değil Sultan’ın yüzünü görememektir. Odun kırmaya giderken düşünüyor gelirken düşünüyor, âlem içre kendinden eksik kul olmadığını düşünüyormuş :

Muradıma, maksuduma ermezsem
Hayıf bana, yazık bana, vah bana !
Kadir Mevlâm cemâlini görmezsem
Hayıf bana, yazık bana, vah bana !

diyerek sızlanması bundanmış. Aşık Yunus, o vakitler bulunduğu  “ cünun safhası ”nda iken manevi kaderine dair duyduğu şüphe, endişe ve vesveselerini dile getirir:

Asi kulum, defterine bak! derse ?
Yüzde karaları görür, çok!  derse?
Yerim, göğüm arasından çık! derse ?
Hayıf bana, yazık bana, vah bana !

Bu endişeleri, yerini olgunluk, kararlılık ve aydınlığa bırakacak, “ fünun safhası ” dedikleri aşamaya geçecekti; her zerrede Hakkı gören Yunus, derdinin devasını da kendinde bulacak ve hepimizin yürekten bildiği “ Bir ben var benden içerü…  dizelerini yazacaktı.

Artık tek arzusu aşk olan Yunus yazar :

Aşkın ile öldür beni,
Ya elim tut, kaldır beni.
Çok ağlattın, güldür beni.
Senden yüzüm döndürmesem !

Bu dünya işlerini ebedi hayatı bulma yolunda bir vesile gören Yunus, odun kesme işini en iyi şekilde görmeye devam ediyordu. Yunus’un sırtında o dergâhtan içeri tek bir eğri odun girmezdi. Bir gün Tapduk Emre ona sorar: “ A Yunus! Ormanda hiç mi eğri odun yoktur ? ” Yunus cevap verir : “ Vardır elbet, ama senin dergâhından içeri odunun bile eğrisi giremez. ”

Şeyhinin onu kırk gün kazanlarda kaynatıp “ Aman ! Hâlâ dünya  kokuyorsun ”  dediği demler artık geride kalmıştı. Aşka dalmış Yunus’un etrafında olup bitenden haberi yoktu. Ne vardığı manevi mertebeleri biliyor, ne de merak ediyordu. Halbuki değil insanlar, hayvanlar, otlar, taş, toprak bile onu aşkına hayran, onun hizmetindeydi.

Bir gün, odunlarını bağlamış, sırtına alırken, çat dedi ip koptu. İçi sızladı, akşam oluyordu, neredeyse dergâhta erenler sohbeti başlayacaktı. O sırada koca bir yılan geldi, iki büklüm önünde yattı ve “odunlarını benimle sar” der gibi Yunus’a baktı. Öyle yaptı Yunus, kaybedecek vakti yoktu. Yığdığı odunlara bir ilmek attı, vurdu sırtına… Tapduk Emre ve Ana Bacı pencerede oturuyorlardı. Yunus’un odunları indirdiğini, yılanın ilmeğini açtığını ve koca hayvanın kıvrıla büküle geldiği yere geri gittiğini gördüler. Lâkin Yunus etrafından habersiz çeşme başına gitmişti. Tapduk Emre, Ana Bacı’ya doğru döndü : “ Bu Yunus’u kendinden haberdar etmeli, seyahat vermeli ona! ” Ana Bacı’nın yüreği sızladı ama emir gelmiş, vakit ermişti.

Tapduk Emre Yunus’a dedi ki : “ Bir postta iki aslan olmaz. İşte âsâmı atıyorum. Var git, onu aramaya bak, nasibimizde varsa yine görüşürüz. ”

Âşık Yunus bir şeycikler diyemedi, kendi kendini aramaya gönderildiğini biliyordu. Heybesini sırtına vurdu, yollara düştü.

Ben yürürüm yâne yâne …

 

Hikâyenin devamını mail olarak almak isterseniz bu sayfanın en altında yer alan “bültene üye ol” kutusuna mail adresinizi bırakarak üye olabilirsiniz.

Hacı Bektaş Veli’nin Mucize Hikayelerinin ilkini okumak için buraya tıklayın.

Bu hikâye, 101 yıl önce doğmuş kıymetli yazar Nezihe Araz’ın (11 Mayıs 1920 – 25 Temmuz 2009)  Anadolu Evliyaları adlı kitabından (Basım: 1958)  alıntı yapılarak sadeleşmiş haliyle hazırlanmıştır.

6 comments On Hacı Bektaş Veli’nin Mucize Hikâyeleri II

Yorumlarınız:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak.