Merkez Efendi’nin Hikâyesi

Mevlâna Kapı, Nükhet Sağıroğlu, minyatür sanatçısı. Cahide Keskiner Atölyesi’nden Istanbul Minyatürleri   (2010) adlı sergide  sergilenmiş olan eser.

Asıl ismi Musa Muslihiddin Kılıç olan Merkez Efendi  (1463-1552) Germiyan (Denizli) ilinin Sarımahmutlu köyünde doğmuş. Genç yaşlarda İstanbul’a geldiğinde  Sümbül Efendi’nin Kocamustafapaşa’daki dergâhına katılmış. Genç, güzel yüzlü, ürkek bakışlı bir genç olan Muslihiddin, Sümbül Efendi’nin sohbet ve nasihat edeceği saatlerde göze batmayan bir kenarda durup onu dikkatle ve hevesle dinlermiş.

Derken günlerin birinde bir yaz sabahının erken saatlerinde dergâhta bir telaştır başlamış.  Şeyh Sümbül Efendi’nin bizzat nezaret ettiği bu hazırlık kim için yapılıyor bilen yoktu. Süren hazırlıkların şeklinden dervişlerden birine hırka giydirileceği anlaşılıyordu. Ama kime ? Dervişlik usul ve erkânınca kimse tecessüs göstermez, kimse kimseye söylenmeyen şeylerin sualini soramazdı. Dergâhın bazı yaşlı, gün görmüş, devran sürmüş yol almış mensupları “ Allah bilir ama bu hazırlık fakir için gibi geliyor”  diye düşünüyor ama yine de kimseye bir şey söylemeyip öğleden sonra yapılacak devranı ve devrandan sonra şeyhlerinden dinleyecekleri “nasihat-i şerifi ” bekliyorlardı. Genç Muslihiddin de bekleyenler arasındaydı. Kimseyle konuşmuyor, kimsenin yüzüne bakmıyor  ve Sümbül Efendi’ye görünmemek için özen gösteriyordu. Bir direğin arkasına saklanarak onu dinlemeye daldı. Dinledikçe sanki kat kat perdeler kalkıyor, bilinci aydınlanıyor, dünya ve ahiret gözüne başka türlü görünüyordu.

İşte tam bu sırada Sümbül Efendi “ Söylediklerimi anlıyor musunuz ? ” diye sordu. Dinleyenlerin tümü başını önüne eğmiş susmuştu. Bugün Hazret esrarlı konuşuyordu. Sümbül Efendi sorusunu kendi cevaplandırdı. “ Hayır !” dedi, “anlamıyorsunuz. Lâkin o direğin dibindeki ! O, söylediklerimi anlıyor, çünkü bugün ben yalnız ona söylüyorum.” Genç, direğin dibinde kendinden geçti de yere çöktü. Şeyhin emriyle onu alıp huzura getirdiler. Halvet faslından sonra genç artık hırka giymişti.

Bir vakit sonra, Sümbül Efendi’nin  dervişleri şeyhleri tarafından bir imtihana tutuldular. Soruyordu :

Âlemi siz yaratmış olsaydınız nasıl yaratırdınız ?

Bu suali her derviş kendi gönlünce cevaplandırdı. Kimisi ben kötüleri yeryüzünden kaldırırdım, dedi. Kimisi ben sefaleti istemezdim, dedi. Bazısı yalnız bahar mevsimlerinden ibaret bir dünya, bazısı da yalnız ibadetlere dayanan bir hayat istiyordu. Sıra Musa Muslihiddin’e geldi. Sümbül Efendi dudaklarında bir tebessümle : “ Eee…” dedi,  “ bir de sen söyle bakalım Derviş Muslihiddin, sen nasıl bir dünya isterdin ? ”

Derviş Muslihiddin’in her zamanki gibi başı önde cevap verdi :

Her şeyi merkezinde bırakırdım efendim. Hiçbir şeyi yerinden oynatmazdım. Âlem mümkün olan âlemlerin en iyisi. Burada her şey iyi hoş yaratılmış.

Sümbül Efendi bu cevaba karşılık “ Aferin ! ”dedi.  “ Demek her şeyi merkezinde bırakırdın. Benim de beklediğim cevap buydu. Bundan sonra senin adın Merkez Efendi olsun ! ”

Adı böylece kondu. Merkez Efendi şükründen secdeye vardı, dedeler gülbank çektiler :  

Vakti şerifler hayrola, hayırlar fethola, şerler defola, erenler yardımcımız ola !

Dervişler gene bir gün şeyhlerini huzurunda otururken Sümbül Efendi “ A dervişler, ” dedi, “ Hak rahmetinin tecellisi, İstanbul’un taşından toprağından renk renk türlü türlü çiçekler fışkırıyor. Hepiniz bir tane getirseniz gözümüz gönlümüz açılacak. ”

Dervişler, ilk defa şeyhlerinin kendilerinden bir şey istediğini görüyorlardı. Hem sevindiler hem telaşlandılar. Sohbet dağılıp şeyh halvete çekilince herkes bağlara bahçelere dağıldı. Kucak kucak, demet demet çiçek topladılar. Ertesi gün Kocamustafapaşa dergâhı bir çiçek meşherine dönmüştü. Yalnız Merkez Efendi’nin elinde tek bir tane solgun kurumaya yüz tutmuş bir kır çiçeği vardı.

“ Sultan’ım, ” dedi, “ hangi çiçeğe elimi uzattımsa onu Allah’ı zikrederken buldum da koparmaya kıyamadım. Ondandır ki huzuruna böyle eli boş geliyorum. ” Mürşit ve mürit derin derine muhabbetle bakıştılar… Sümbül Efendi göçtükten sonra Merkez Efendi onun halefi oldu.

Anlatılır ki Merkez Efendi çocukları çok severmiş. Onların koruyucu velisi, evliyası imiş. Beyaz bir eşeği varmış. Onun üzerine bir heybe atar, heybenin iki gözünü fındık, ceviz, üzüm, leblebiyle doldururmuş. Onu gören çocuklar etrafını sarar, ondan yemişlerini nafakalarını alırlarmış. Merkez Efendi’nin diğer özelliği de hayvanlara karşı duyduğu sevgiymiş. Nerede çift süren bir köylü görse hemen yanına varır, “ Öküzüne iyi davran, Allah da seni görür, gönlüne göre verir ” dermiş.

Kimi zaman başını alır uzun gezintilere çıkarmış. Tabiatla baş başa kalır, toprakta, bitkide, hayvanda, insanda Allah’ın birliğini görmekten huşu duyarmış. Sonraları Mevlâna Kapı ’da inşa edilen tekkesinde yaşamına devam etmiş ve orada da gömülmüş. Aynı yerde kendi adını taşıyan cami ile yanındaki türbesi çeşitli dönemlerde onarım görmüş ve dört yüzyıl geçmesine rağmen bugün hala ayakta kalabilmiş.

20. yüzyılın tanınmış sufi, öğretmen ve şairi Kenan Rıfai, Merkez Efendi türbesinde şu mısraları yazmış :

Merhaba ! Ey Merkez-i devrân-ı cân
Merhaba ! Ey kutb-ü kevneyn-ü mekân

(Ey bu devranın, semânın merkezi can
Ey kâinatın, âlemin kutbu olan mekan )

Fotoğraf : Mevlâna Kapısı, Abdullah Frères, İstanbul, 1858. Pierre de Gigord’un 1850-1958 yılları arasında Türkiye adlı fotoğraf koleksiyonundan.

 

Duygu Bruce

 

Hikâyenin yer aldığı kaynaklar :

Annemarie Schimmel, (1922-2003). Mystical Dimensions of Islam.  University of North Carolina Press. Basım: 1975.

Nezihe Araz ( 1920 – 2009)  Anadolu Evliyaları adlı kitabından alıntı yapılarak sadeleşmiş haliyle hazırlanmıştır. Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi, Basım: 1958.

Yorumlarınız:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak.