“ Burada ne yapıyoruz, nereden geldik, nereye gideceğiz? ” Bu bildik sorular, insan var olduğundan beri hayata anlam biçmek için sorulagelmiş.
Bazıları için yaşamın amacı öncelikle yiyecek ve barınak edinmek iken, bazıları anlamı başarılı bir iş tutmak ya da mesut ev bark sahibi olmakta arar. Kimi zaman da hayatın önceliği zevke zevk katarak günü gün etmek, gamsız gezinmek, biraz da boş verip zevkleri tatmin etmek olur (mesela söz verdiğim bir işi yapacak iken arkadaşlarla buluşma hevesine kapılıp gitmem, ihtiyaç duymadığım halde bir eşya daha satın almam, sevdiğim çikolatayı almak için harcayacağım zamanı boşverip şehri boydan boya kat edişim…) ya da bir yerde duramamak, can sıkıntısını geçirmek için peş peşe seyahatler düzenlemek, bir ev veya başka bir araba daha satın almak, sosyal medyada öne çıkmak… gibi. Kimi zaman da öyle olur ki gerekli maddi ihtiyaçlarımızı ve önemsediğimiz zevkleri tatmin ettikten sonra yeni bir anlam aramaya koyuluruz.
İnsanın anlam arayışı doğasından gelir. Yaşam döngüsünde bulunduğu döneme has uğraşları, ihtiyaçları ve mutluluk kaynakları ile yaşamına biçtiği anlam arasında uyum kurmaya çalışır. İnsanlık tarihinin her döneminde hayata anlam kazandıran, kıymetli kılan değerler, davranışlar hakkında pek çok araştırma, kitap yazılmış. Aralarından en sevdiğim ve hiç eskimeyen üç görüşten: Biri, evrenin yaradılışını ve insanın evrendeki yerini araştıran fizik biliminden; diğeri, bu soruyu çağlar önce gündeme getiren Antik Yunan felsefesinden ve üçüncüsü güncel psikolojide insanın anlam yaratma ihtiyacı üzerine yapılan araştırmalardan.
Fizik
Enerji, zaman, uzay, izafiyet ve yerçekimi dalgaları konusundaki bilgisiyle insanlığa büyük hizmet etmiş bilge ve dâhi fizikçi, Albert Einstein (1879-1955) zamanının çok ilerisinde yaşamış.
Bir insan yaşamının anlamını, diğer insanların yaşamlarına bağlı olarak tasavvur eder; öyle ki kişinin uğraşı ne olursa olsun, yaşamının anlamı, başkalarının yaşamlarına veya genel olarak insanlığa yaptığı katkıyla ölçülür. Bu ölçekte ilkel olan insan, meşru ve gerekli olanın ötesinde, yaşamını yalnızca içgüdüsel ihtiyaç ve arzularının tatminine adayan kişidir. Bu çocuksu bencillik hâlinden sorumluluğa ve evrenle birlik hâline geçtiğinde, insan yaşamı anlam kazanır.
Hayatlarımıza ve çabalarımıza baktığımızda, hemen hemen tüm eylemlerimizin ve arzularımızın diğer insanların varlığına bağlı olduğunu görürüz…Birey ne ise odur ve sahip olduğu önemi bireyselliğinden dolayı değil, maddi ve manevi varlığını beşikten mezara kadar yönlendiren büyük bir insan topluluğunun üyesi olarak taşıdığı içindir.
Bir insanın toplum için değeri, öncelikle duygularının, düşüncelerinin ve eylemlerinin, hemcinslerinin iyiliğini ne kadar teşvik ettiğine bağlıdır. Bu açıdan duruşuna bakarak ona iyi veya kötü deriz.
Kendimize hayatımızı nasıl sürdüreceğimizi sormak çok önemlidir. Bence cevap, hemcinslerin ihtiyaçlarına hizmet etmek ve insan ilişkilerinde uyum ve güzelliğe ulaşmaktır. Bu, epeyce bilinçli düşünceyi ve kendi kendini eğitmeyi gerektirir. İnsanın en önemli gayreti, eylemlerinde ahlâklı olmak için verdiği uğraştır. İç dengemiz ve hatta varlığımız buna bağlıdır. Sadece davranışlarımızdaki ahlâk, yaşama güzellik ve haysiyet verebilir. Bunu yaşayan bir güç haline getirmek ve bilinçte tutmak belki de eğitimin en önde gelen görevidir. Bir insanın yaşamı boyunca doğru rehberi, ahlâka verdiği önem ve başkalarını göz önünde tutmasıdır.
Antik Yunan Felsefesi
Antik çağ Yunan filozofları hayatın anlamını, iyiyi, kötüyü sorgulamışlar; topluma, bireylere ve kendi hayatlarına bakarak evrensel olan değerleri bulmaya çalışmışlar. Keşiflerinin, Einstein’ın görüşleriyle ortak olan noktaları ise dikkat çekici.
Sokrates (MÖ 470-399), Eflâtun (MÖ 428-348) ve Aristoteles (MÖ 384-322) öncülüğünde antik çağ felsefesi, dürtüsel tatmin ve zevklerin verdiği mutluluğun hedonistik – geçici olduğunu, hayatı anlamlandırmada yetersiz kaldığını belirtirler. Yaşamaya değer bir hayat, erdemin harekete geçirilmesi ile anlam kazanır. Aksi takdirde ruh, dürtüler, tükenmeyen arzular ve işlenen hatalar tarafından perişan olur ve üstelik daha derinde saklı olan bir parçamız böyle olduğunu bilir. Bu bilişin yarattığı içsel uyumsuzluk bizi kendi kendimizle çatışmaya sokar. Sahip olduklarından uzun süreli tatmin duymayan ve daha fazlası için çabalayan insan giderek hoşnutsuz egosunun hükmü altına girer. O zaman kaçınılmaz olarak hayatının esas anlamı da önemini ve değerini yitirir hatta yerini anlamsızlığa bırakır.
Antik Yunan filozoflarının hazcılık olarak adlandırdıkları -zevkin aşırı değeri- kişinin hayattaki varlığına hizmet etmeyen uyumsuz bir arayış olarak tanımlarlar. Hazza, diğer yaşam değerlerine göre öncelik verilmesi, esenliği olumsuz etkiler çünkü sansasyonel hazlar doğası gereği kısa ömürlüdür ve zevki sürdürebilmek için kişinin bunları oldukça sık yenilemesi gerekir. Hayatın kendisi, birinden diğerine durmaksızın savrulan bir zevk arayışı haline gelebilir. Bu zihniyette hayat süren insanlar daha az vicdanlı, daha bencil olur ve gevşek ahlâki inançlar sergilerler.
Psikoloji
Psikoloji okulları, her insanın özgür olduğu ve bu nedenle kendine has anlamını ve yaşamına ne getirdiğini keşfetmekten sorumlu olduğu konusunda hemfikirdir.
İnsanların içinde yaşadıkları dünyayı anlamlandırmak üzere hazır beyin yapısına sahip olduklarını ve hayatın anlamını bulduklarında geliştiklerini, anlamlı bir amaç yokluğunda ise daha fazla acı çekme eğiliminde olduklarını belirtirler. Anlam eksikliğinin meydan verdiği boşluk, egonun talepleriyle hızla yeniden doldurulur ve ruhun ihtiyaçları egonun hâkimiyeti altında ezilir, unutulmaya başlar.
Pozitif psikolojinin öncülerinden biri Martin Seligman, “anlam” der, kişinin kendisinden daha yüce bir şeye hizmetinden kazanılır (Örneğin aile, topluluk veya topluma hizmetinden…)
Hayatın hangi aşamasında olduğumuza bakarak öncelikli ihtiyaç ve uğraşlarımızı belirlememize yardım eden güvenilir bir referans, Abraham Maslow‘un (1908-1970) piramididir. Yaşamda nerede bulunduğumuzu kısa ve öz bir şekilde tayin eder.
Maslow, kişinin bu piramitte yükselirken, bir aşamayı tamamlamış olmasının verdiği huzurun geçici bir tatmin sağladığını çünkü hemen ardından daha yükseğe çıkma arzusunu getirdiğini belirtir. “Memnuniyet kısa sürer çünkü yükselmek insanın doğasında vardır,” der.
Ancak kişi piramitte daha yükseğe çıktıkça niyet, hedefler ve hünerler maddiyatı gözetmekle birlikte diğer yandan maneviyatı da içerir hale gelir. Günlük hayatın gürültülü telâşında maddi önceliklerimize dalmışken, bunların üzerine çıkmak, üst benliğimize yükselmek, kuşkusuz çok fazla çaba, kendine hakimiyet ve cesaret gerektirir. Diğerlerine saygı duymak, iyilik yapmak, yaratıcı yetenekleri insanlığa hizmet etmeye kullanmak, erdemle hareket etmek, makbul insan olmak hayatta öncelik kazanır.
Piramidin zirvesine erişen kişi, dünyaya ve kendisinden daha büyük bir şeye katkıda bulunmanın yollarını arar. Yapılan iyiliğin ardından kalbe dolan neşenin enerjisi insanı daha da iyi şeyler yapmaya teşvik eder. İşte bu aşamada duyulan içsel huzur ve mutluluk, geçici hedonistik zevklerden farklıdır.
Maslow’un piramidinin zirvesinde erişilen bu bilinç hâlinde duyulan mutluluk Aristoteles’in — εὐδαιμονία — eudaimonia dediği ruh hâline benzer : insandaki “iyi ruh”un, ortaya çıkması ve hemcinslerine faydalı olması ile hissedilen mutluluktur bu, fâni zevkten farklıdır. O zaman hayata biçilen anlam ve değer dönüşür, egonun isteklerinden farklı olur. Egonun buyruklarından özgürleştikçe biz de daha mutlu oluruz.
Duygu Bruce