“Uyaran ve tepki arasında bir alan vardır, bu alanda tepkimizi seçme özgürlüğümüz ve gücümüz yatar.”
-Viktor Frankl
İkinci Dünya Savaşı sırasında toplama kamplarından sağ kurtulan Viktor Frankl, 1946 yılında ünlü kitabı İnsanın Anlam Arayışı’nı yazdı. Hayatın anlamını sorguladığı kitabında cevabın türlü yaşam teorilerinde veya meditatif düşüncelerde bulunmadığını söyler. Hayata biçtiğimiz anlam, davranışlarımızla şekillenir der. Hayattan ne beklediğimizi değil de hayatın bizden ne beklediğini sorduğumuzda evrende ne yaptığımızı ve nereye gittiğimizi daha iyi kavrayabiliriz. Seçimlerimiz ve davranışlarımız daha bilinçli hâle gelir.
Frankl ile aynı soruyu araştıran fizik bilimi, evrenin yaratılışını ve varoluşsal ikilemlerimizi çözmek için şevkle deneyler yapmakta. Bundan yüz yıl önce Einstein , bilginin sınırlı doğası ve evrenin sınırsızlığı hakkında meslektaşı Niels Bohr’a şöyle der : “Ne yazık ki teorimiz deneyim için çok zayıf. ” Bohr şöyle yanıtlar : “Hayır, hayır ! Deneyim teori için fazla zengin. ”
Einstein Genel Relativite Teorisi üzerinde çalıştığı sırada, bilimsel araştırmalarda deterministik yaklaşım hüküm sürmekteydi. Bu yaklaşıma göre zaman ve mekânda atomların etki ile tepkileri önceden belirlenmiş eksenlerde olagelmekteydi. Atomların hareketi, yalnızca deney için belirlenen yer ve zaman boyutunda ölçülebilirdi.
Ama Einstein farklı düşünüyordu. Bu tür kontrollü deneylerin ne hareketin tamamını ne de gerçek zamanı tam olarak ölçemediğini düşünmekteydi. Çünkü bir parçacığın ölçümünün, çok uzakta başka bir parçacığı anında harekete geçirdiğini anlamıştı. Ama fiziksel deneyin koşulları bu gerçeği dikkate almıyordu. Bu nedenle bu tür deneyler uzaktaki tuhaf eylem adını verdiği fenomeni ölçmekte yetersiz kalıyordu. Oysa bir fizik teorisinin işlemesi için, gözle görülmese dahi denenmekte olan maddeciğin tüm gerçeğiyle birebir örtüşmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Bir asır önce, gözümüzün önündeki bir hareketin, çok uzaktaki bir başka hareketi tetiklemesi önceden belirlenmiş olabilir miydi ? Yaşadığı dönemin teknik imkânları ile bunu ispat etmesi mümkün olmadı.
İki kutup olan -özgür irade ve determinizm- arasındaki “fiziksel” alanda yaşayan biz insanlara gelince, önceden belirlenmiş kaderin hayatımızdaki rolü ne olurdu ? Frankl’ a göre : “ Özgür irade, eylem ve tepki arasındaki aralıkta kullanılır. Bu aralıkta kişinin yaptığı seçimler ve ona uygun davranışları yer alır. ” Sahne, belirli bir eylem seçimiyle sona eriyor gibi görünse de, bir sonraki sahnenin potansiyel seçimini hazırlamaktadır. Tıpkı her hamle ile beraber bir sonraki hamle seçiminin belirlendiği bir oyun gibi. Böylece oyuncu, seçtiği her hamlede kaderini etkiler ve onu yeniden yazar. Hareket çizgisi belirlenir. Bu oyunda insanın aklına gizemli sorular gelir :
Seçimlerin yazılımları nasıl tasarlanır ? Oyunun kalitesi nasıl değerlendirilir ? Oyunu kim bitirir ?
Ünlü fizikçi Richard Feynman gizemli oyunu şöyle anlatıyor:
Dünyanın tanrılar tarafından oynanan büyük bir satranç oyunu gibi olduğunu ve oyunun gözlemcileri olduğumuzu hayal edin. Oyunun kurallarının ne olduğunu bilmiyoruz; tek yapmamıza izin verilen şey oyunu izlemek. Tabii ki, yeterince uzun süre izlersek, sonunda birkaç kuralı yakalayabiliriz. Oyunun kuralları, işte temel fizik dediğimiz şeydir.
Fiziğin kaçınılmaz olarak metafizikle buluştuğu yerde, Sufi ’nin “ İlahi Takdir ” in çizdiği kader ile insanın hür iradesi üzerine söyleyecek bir sözü vardır, şöyle anlatır :
Başımıza ne gelirse, kavraması çoğu zaman zor olsa da bir anlamı vardır. Hayat Kitabında her sayfanın iki yüzü vardır. En üstte planlarımızı, hayallerimizi ve umutlarımızı yazarız. Arka yüzünde, hükümleri nadiren arzumuzla eşleşen ilahi takdirle doludur. Kaderin el yazısını kim okuyabilir? Başlangıçta okuyamadığımız şeye daha sonra katlanmak zorunda kalırız. Düşüncelerimiz ve arzularımız geleceğe yansır ve tahminlerimiz gerçek muhasebeye uymazsa, o zaman ödemek zorunda kalırız. Güle hayran olur ve ona sahip olmak isteriz; ama uzandığımızda elimize diken batar. Elimizi geri çekince kanamaya başlar. Açlık, susuzluk ve doyurulmamış arzulardan acı çeker ve onların tatmininin kurtuluşumuzu tehlikeye atacağını unuturuz. İnsanın arzusu ve kaderi çatıştığında, en iyisi isyan etmek değil, kabul etmektir. Sirkeye benzeyen şeyin bazen bal olduğunu unutmayın.
Böylece hayatımızın anlamı, ilahi takdirin çözgüsü ve özgür irademizin atkısıyla bir deneyimden diğerine örülür.
Einstein, ebedi olanın güzelliği önünde hissettiklerini şu samimi sözlerle ifade eder :
İnsanın özdeşleştiği insani sınırlamalar ve yetersizliklerden özgürleştiğini hissettiği anlar vardır. Böyle anlarda, insan küçük bir gezegenin bir noktasında durup, hayretle soğuk ama derinden hareket eden o ebedinin, sırrına akıl ermeyenin güzelliğine bakakalır : orada yaşam ve ölüm bir olur akar; ne evrim vardır ne de kader; sadece varoluş.
Duygu Bruce