Korku kalpten geçer. Kalbe sözü geçen korkuyu yener.
1939 kışı. Finlandiya, Kızıl Ordu tarafından işgal edilir. Durum oldukça kötü görünür. Finliler asker ve top sayısı olarak Ruslara göre çok zayıf, silahları da ilkeldir. Ancak çok daha büyük miktarda sisuya sahiptirler. Kros kayağı becerilerini kullanarak Rus birliklerini şaşırtmayı ve dağıtmayı başarırlar. Topraklarını geri kazanmayı mümkün kılan “sisu” yu Finliler şöyle tarif eder : “Katlanmayı bilen bir kararlılık, dayanıklılık, cesaret, gözü peklik ve irade gücü.” Sisu, daha az güçlü ama cesur yürekli olanın sahip olduğu bir nitelik. Her şey kaybedilmiş gibi görünse bile asla vazgeçmeyen, kalıpların dışında düşünerek sözde daha zayıf görünüşünü avantaja dönüştüren bir azim ve yüreklilik. “Fin Cesaret Sanatı Sisu” nun yazarı Joanna Nylund şöyle tarif eder :
Bu “eylem odaklı bir zihniyettir.” İnsan Sisu’ya sahip olmakla övünmez; sadece “ bırakır eylemleri konuşsun.”
Bundan 400 yıl önce yaşamış, insanın tabiatı ve aklı üzerinde çalışmış büyük düşünür ve matematikçi René Descartes (1596 -1650 ) temel duyguların kaynağını şöyle açıklar :
Herhangi bir düşünceyi akla getirmek, hayal gücünde ve duygularda hareketi tetikler. Hayal gücünde cisim bulan duygular bedenin farklı kısımlarında hissedilir.
[…]
Bazı duygular aynı kökene sahiptir ve birbirini tamamlar. Hatta umut ve korkuda olduğu gibi zıt bileşenler içerirler. Umut, sevinç ve arzu karışımının insanı harekete geçirerek, canın arzu ettiği şeyin gerçekleşeceğine kendini ikna etme eğilimidir. Umut, korkuyu tamamen ortadan kaldıracak kadar güçlü olduğunda doğası değişir; kaygısızlığa ve güvene dönüşür.
Aynı şekilde korku, umuda yer bırakmayacak kadar aşırı olduğunda ümitsizliğe dönüşür ve imkansızı temsil eden bu çaresizlik, arzuyu tamamen yok eder, çünkü arzu sadece mümkün şeyleri barındırır.
Descartes’dan 400 yıl sonra nörobilim, insanın tehlike algıladığı zaman beyninde amigdalananın uyarıldığı ve uyarının otonom sinir sistemiyle organlara iletildiğini keşfeder. Nefesi etkiler ve doğrudan kalbi titretir. O sebepten denir ki “ Korku ve umut kalpte bulunur….Yürekli olan korkuyu yener, umut kalpte filizlenir…”
Korku, çoğu zaman gerçeği örterek sinen ve farkında olmadan insanı esir alan bir his olarak bilinmekte. İnsanda yaradılıştan gelen ve temeli hayvansal olan duyguyu tetikleyen şey fiziksel, duygusal veya psikolojik sağlığına yönelik bir tehlikedir. En yaygın korkular, fikir anlaşmazlıkları, çatışmalar, değişiklikler ve kaybetmeye karşı duyulan korkular, fiziksel (çevresel, bedensel) korkular, arka planda bekleyen ölüm korkusu, sosyal korkular (ilişki, beğenilmek, kabul görmek, vb.), ve başaramama korkusu olarak tanınanlardır.
Korkuya karşı verilen evrensel tepkiler – kaçmak, yüzleşip mücadele etmek, ya da uyuşmuş, adeta paralize olmuş halde hiçbir şey yapmamak – arasından çoğunlukla birini seçer kişi. Mücadele seçeneğinin öz benliğe yararları hakkında şöyle der eğitimci ve iş insanı Stephen Covey (1932-2012) :
Nasıl ki ağırlık kaldırmak gibi zorlukların üstesinden gelerek fiziksel kaslarımızı geliştirirsek, zorlukların ve olumsuzlukların üstesinden gelerek de karakter kaslarımızı geliştiririz.
Bu çaba, şanlı bir kahramanlık beklentisi ile korkuya meydan okumak değil, sabır ve haddini bilen bir tevazu ile harekete geçme meselesidir. Uyuşup donup kalmak yerine, ya da pasif bir seyirci hatta kurban rolünden çıkıp sağduyulu bir planla adım atmak girişimidir. Korkuya rağmen sebatla harekete devam edebilmek, ve inancı korumak demektir.
Aristoteles korkunun ilacını korkuyla yüzleşmekte ve korkuya rağmen küçük adımlarla başlayan cesaret egzersizlerini yapmakta bulur ve şöyle der:
Korkunun ilacı eylemdir. Eylem ise cesaret gerektirir.
İnsan korkuyu yok sayarak ya da hayalinde korkuyu def edemez. Korkuyu etkisiz hale getirmek ancak aktif bir mücadele ile mümkün olur. Aristoteles’e göre cesaret, pratikle geliştirilen bir alışkanlıktır. Kişi cesur eylemlerde bulunarak cesurlaşır.
Cesaret en önemli erdemlerden biridir çünkü diğer erdemleri uygulamak ve sürdürmek için de gereklidir.
Çağımızın düşünürü, yargıç ve müzisyen Ostad Elahi (1895-1974) , korku hakkında şöyle der:
Korku fena bir şeydir; insanın aklını kaybetmesi ödlek olmaktan çok daha iyidir. Tıpkı hayvanlar gibi, diğerinin korkusunu sömürmek ve meydan okuma karşısında hürmet göstermek insanın doğasındadır. Korkunun üstesinden gelmenin yolu, en kötü senaryoyu hayal edip hazırlanmak ve mücadeleye girişmeden önce “[sonuçta] siyahtan daha koyu bir renk olmadığını” kendinize hatırlatmaktır.
Özellikle medyanın, manipülasyonların ve toplumsal olayların düşüncelere şekil verdiği günümüz toplumunda değerlerine sadık kalarak yaşamak başlı başına bir maharet. İnsan benliğini, gerçeğini ve psikolojik sağlığını korumak için bu ustalığı geliştirmek durumunda der ruh sağlığı araştırmaları. Sonuçta hem sağlık için hem de gerçekleri korumak için yürek gerek.
Zaman zaman korku veren dış dünyadaki koşulları değiştirmenin mümkün olmadığı hallerde, kişinin dışarısı ile ilişkisini gözden geçirip, en az etkiye maruz kalacak şekilde yaşamını düzenlemesi, emniyet ve kendine güven hissini arttırır. Kontrol alanının dışındaki olumsuz etkilere karşılık kendi içinde verdiği tepkileri değiştirebilir. Böylelikle, düşüncesinde ve bedeninde korku duyma eğilim ve alışkanlıklarını da değiştirmiş olur. Ciddi bir içsel çalışma ve telkin gerektiren bu değişim hemen göze çarpmayabilir. Ancak panzehir gibi geliştirdiği iyileştirici düşünceleriyle uyumlu hareketleri yapmaya başlayınca insan korkudan serbestleşir.
Robert Frost’un da öne sürdüğü gibi :
“Zor ve karanlık bir durumdan çıkmanın en iyi yolu içinden geçmektir.”
Duygu Bruce